Son günlerde yaptığı çıkışlarla gündeme gelen Meral Akşener önce, adım adım Türkiye’yi gezmeye başladı. Bu gezilerde uğradığı saldırılar, adından sıkça söz edilmesine neden oldu. Neredeyse tüm basın söz birliği etmiş gibi Meral Hanım’ın yıldızının parladığını; kararsız iktidar yandaşı seçmeninin, CHP’yi tercih etmeyerek İYİ Parti’ye kaydığını filan yaymaya başladı.
Derken, bir gün Meral Hanım ortaya çıktı ve “Ben Cumhurbaşkanı adayı değilim, ben başbakan adayıyım.” dedi. Herkes, bu da nereden çıktı şimdi diye birbirine sorar oldu. Öyle ya, seçimler, başkanlık sistemine göre yapılacak ve yeni seçilecek Cumhurbaşkanı, parlamenter sisteme geçilene kadar bir süre, belki de bir dönem daha bu sistemi sürdürmek zorunda kalacaktı.
Sonrasında Meral Hanım, hızını alamayarak bir açıklamada daha bulundu ve “Türkiye’yi yönetecek bir Cumhurbaşkanı yardımcısı fiilen başbakanlık yapacak.” dedi. Meral Hanım’ın; “2015’te Sayın Erdoğan bana başbakan yardımcılığı teklif etti. 2020’de ne kadar milli ve yerli olduğumu ifade etti ve buyurun beraber bir berber dükkânı kuralım.” sözlerini ve devamla; “Ben bunların tamamını reddettim. Parlamenter sisteme geçmek kaydıyla Erdoğan’la masaya otururum.” açıklamasını büyük resmin bir tarafına yerleştirelim ve devam edelim.
Geçtiğimiz günlerde on ülkenin büyükelçisi bir araya gelerek, tutuklu bulunan ünlü bir ismin “derhal serbest bırakılması” için bir bildiri yayınladı. Tabi, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm Türkiye ayağa kalktı. Bu büyükelçilerin Türkiye’nin içişlerine karışmaya ne hakları ne de hadleri vardı. Ve beklenen “taarruz” Cumhurbaşkanı’ndan geldi. Söz konusu büyükelçilerin “istenmeyen adam” ilan edilmeleri için Dışişleri Bakanı’na talimat verdi. Bu açıklama hem içte hem de dış basında geniş yankı buldu. Kimileri, “On ülkenin büyükelçilerini göndermeye cesaret edemez. Türkiye, iyice yalnızlaşır. Hatta NATO’dan bile çıkmamız gerekebilir.” dedi. Kimileri, “Türkiye, yönünü Şangay’ a mı çeviriyor?” sorusunu sordu.
İç ve dış basında büyükelçiler sınır dışı edilecek mi tartışması yaşanadursun, ABD ve diğer bazı ülkelerin Ankara Büyükelçilikleri, Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine riayet edildiğini açıkladı. 41. Maddenin geniş bir tanımı var. Özetleyecek olursak; sözleşmeyi imzalayan devletler, diğer devletlerin içişlerine karışamazlar. Aranan kan bulunmuştu. Cumhurbaşkanı, bu açıklamaları yeterli görerek, büyükelçileri sınır dışı etmekten vazgeçti. Malûm çevreler ve iktidar yanlısı basın, ülkenin dört bir yanında bu olayı Cumhurbaşkanı’nın büyük bir zaferi olarak işlemeye başladı. Dış basın ise Cumhurbaşkanı’nın geri adım attığı yönünde haberler yayınladı. Büyükelçiler her ne kadar biz geri adım atmadık, Türkiye’nin içişlerine karışmadık deseler de içeride bu olay Cumhurbaşkanı’nın zaferi olarak kabul edildi. Nitekim kendisi “Ben geri adım atmadım, taarruz ettim!” dedi.
Görünen o ki; on Büyükelçi olayı Erdoğan’ı kurtarmış, yaşanan ekonomik sıkıntılar sonucunda iktidarın düşen oylarına yeni bir kan pompalanmıştı. Bu olayı da büyük resmin diğer bir köşesine koyalım.
Ve Meral Hanım’ın partisi, 26 Ekim’de TBMM’ de yapılan Irak ve Suriye tezkeresine “Evet” dedi. Bir önceki tezkereye “Evet” diyen Ana Muhalefet ise, ne olduysa bu kez “Hayır” dedi.
Kamuoyuna görüntü şöyle sunuldu: Tezkereye, AKP-MHP-İYİ Parti “Evet”, CHP-HDP, “Hayır” oyu verdiler… Bu görüntüyü de hafızamıza kaydederek büyük resmin başka bir köşesine alalım.
Son olarak İtalya’nın Roma şehrinde toplanan G-20 zirvesine katılan Cumhurbaşkanı’nın, ABD Başkanı ile gerçekleştirdiği görüşmeyi de ekleyerek büyük resmin tamamına şöyle bir bakalım ve şu soruları soralım:
Batı, özellikle de ABD, Erdoğan’ın “eş başkanlık” görevine devam etmesini mi istiyor?
Suriye, Libya, Irak vb. ülkelerde sorunlar devam ediyor. Bu sorunların Batı lehine çözümlenmesi için mevcut iktidara ihtiyaç mı var?
ABD, Türkiye’ye yeni bir Afganistan görevi mi verdi?
F35 ve S400 gerçeklerini de fotoğrafın çerçevesine yerleştirecek olursak, ABD ve Rusya, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için aralarında anlaşmış olabilirler mi?
Siyasi hayatı boyunca her zaman muhafazakâr ve sağ partilerde yer alan Akşener, son anda mevcut iktidarla, yeni sistem ve parlamenter sistem karışımı başka bir sistemde anlaşıp, oradan “güçlendirilmiş Cumhurbaşkanı yardımcısı” ödülü ile dönüp, Millet İttifakı’nın kalesine bir penaltı gönderebilir mi?
Yanılmayı diliyoruz ancak vatandaş olarak, Kemal Kılıçdaroğlu’na bir çağrı yapmayı da görev sayıyoruz:
Tüm muhalif partilerle işbirliğinize aynı çizgide devam ediniz ancak, CHP’nin tek başına iktidarı hedeflediği bir B planınız olsun… Zira “dostlarım” dediklerinizin başka dostlarla “kan uyuşması” olduğu gerçeğini açıkça ortaya koyan bu büyük resmi hatırınızda tutmanızın doğru olacağı kanaatindeyiz.
Türk Milleti ve de doğal olarak Türk Gençliği, gelecek seçimlerde, tüm küresel oyunları bozacak ve Cumhuriyet, kaldığı yerden devam edecektir. Buna inancımız tamdır. Yeter ki oynanan oyunları zamanında görelim ve gereken önlemleri alalım…
Yazımızı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle sonlandıralım: “Türkiye, şu veya bu tarzda herhangi bir yere sürüklendirilmiş gibi başıboş bir yönetim manzarası göstermeyi asla kabul edemez.”
Tülay Hergünlü