Yerde bir ekmek kırıntısı görsek öper, sonra yüksek bir yere bırakırdık. Ayakaltında, yerde olamazdı. Nimetti ekmek, kutsaldı. Son kırıntısı ile bir canlıya hayat verebilirdi.
Üretiminde emek vardı, ter vardı. İnsanoğlu böyle bellemişti, kültürü, kutsalıydı bu.
Yemek de öyle.
Paylaşıldıkça çoğalan mutluluktu yemek.
Düğünde yemek yenir, sünnette, bayramda yenir. Öyle ailece de değil sadece, akraba ile, dost ile.
Şenlik ne kadar çok ise, yemek o kadar bereketlidir.
Mutluluk yemekle perçinlenir, yemekle adanır adaklar.
Ölüme bile dermandır yemek. Birlikte daldırılan kaşıklar, lokma lokma azaltır acıyı.
Ataların, “ekmeğini yalnız yiyen, yükünü yalnız taşır” demesi bundan.
“Öteki mumu tutuşturan mum, ışığından kaybetmez” demeleri bundan.
Varlığı hırs yapmayı da, yalnız yemeyi de ayıplar ata.
“Paylaşınca canın acıyorsa daha erdemli olamamışsın” demeleri bundan.
*
Bu sıralar televizyonları ahtapot gibi sarmış yemek programları, zehir kusuyorlar bütün bu değerlere.
Ekmeğin de, emeğin de kutsallığı heder ediliyor bu sıralar.
Birlikte yemek kötüdür bu sıralar.
Kazanı birlikte kaynatmak ta kötü, aşı-ekmeği beraber yapmak da!
Sen varsın artık sadece, sen!
Başkasına kapatacaksın gözünü bu sıra.
Yalnız yapacaksın, yalnız yiyeceksin.
Sıra başı olmaktan başka sevda kalmamıştır bu sıra.
En büyük amaç, varılacak en baş hedef budur, tepeye çıkmak!
Ama yalnız çıkmak elbette!
İyi yaparak değil ama. Ustalıkla değil.
Pundunu kollayacaksın, en umulmaz zamanda sallayacaksın tekmeyi yanı başındakine,
Yuvarlanıp gidecek kör kuyulara.
Baş alacaksın, adın yazılacak en başa, gerisi hava civadır bu sıra.
Arkadaşlık da boştur, gardaşlık da.
“Ekibiz, birlikteyiz, rakipleri birlikte alt edeceğiz” diyecek, gülümseyecek, gevşeteceksin” önce.
Sonra, yenine sakladığın bıçağı saplayacaksın sırtına köküne kadar.
Neye uğradığına şaşırmalı.
Aldırmayacaksın “sen de mi Brütüs” sözlerine.
Buğulu gözlere de bakmayacaksın katiyen.
Uzatacaksın iki seksen, kırpmayacaksın gözünü.
Senden daha kıymetlisi yok zira şu dünyada.
Baban bile olsa nafile!
Acımayacaksın!
Ona da yapacaksın aynısını.
Sen varsın, sadece sen!
Tepedeki koltuk senin sadece…
Paylaşamazsın kimseyle!
*
İşte böyle!
İnsana dair ne varsa, on binlerce yılda üst üste koyduğu ne varsa, en olmadık usullerle taarruz altında.
Hem de yemek gibi, nimet gibi kutsallara yapılıyor sırtından bıçaklamalar.
İnsan da hedefte, insan insan yapan değerler de.
“Kör gözüm parmağına” diye saldırılan, milletin ta kendisi aslında.
Bunca televizyon eşzamanlı nasıl oldu da başlattı bu saldırıyı diye eşeleyince, Amerikan programları oldukları çıkıyor altından.
Sonra, dünya pratiğinden sayısız örnek geliyor göz önüne, kültür emperyalizminin düşman ordularından daha tehlikeli olduğu, silahlı işgallerden daha büyük tahribatlara yol açtığı hatırlanıyor.
Bizim medyamız, bizim milletimize Amerikan silahını doğrultmuş, ateşlemektedir çoluk, çocuk, yaşlı, kadın demeden.
“Yiyeceğini kötüleyen kişinin sofrasında yemek yeme” diyen Çerkez Atasözü her şeyi anlatmaktadır oysa.
ZEHİR KUSAN DİZİLER
Yemek programları olsa sadece, “milletin bir kısmını kurtardık” diye avunulur hiç olmazsa.
Ama kurtulan kalmasın dercesine, dizilere de el atmışlar.
Türkan Şoray kanunları vardı Yeşilçam’da. Biriyle sevgili, nişanlı, evli olduğu anlaşılsın diye illa da öpüşmekgerekmezdi. İzleyici de geri zekalı değildi zira.
Bugünün dizilerinde ise, hemen her on dakikada bir, yakın çekim ve ağırlaştırışmış görüntülerle öpüşme sahneler sunuluyor.
Bu kadar samimiyete sanatın gerçekten ihtiyacı var mıdır?
Nasıl bir sanattır bu, anlamak zor.
*
İkinci çürüme dizi konularında çıkıyor karşımıza.
Köroğlu, Şeyh Bedrettin, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı, Kuvayı Milliye’ler gibi konuların yanına bile yaklaşılmıyor.
“Ya İstiklal Ya Ölüm” adıyla bir dizi başladı. Birkaç bölüm sonra durdurdular çekimi.
“Karayılan” diye bir dizi vardı, en olmadık yerde durduruldu yayın.
Dizi dünyasını esir alan üç konudur artık.
İlki, toplumu Cumhuriyetçi köklerinden koparmayı amaçladığına dair ciddi kuşkular uyandırıyor. Osmanlı ve Selçuklu tarihinin, kılıç-kalkan gösterileriyle kahramanlıktan ibaret bir tarihmiş gibi sunulduğu dizilerdir. Kostümleri, makyajları ve olayları çarpıtılan gayri tarihi diziler.
İkinci tür, gözlerini kan bürümüş mafya babalarının, sürekli tezgah kurduğu, bir yerleri basma, birilerini öldürme planları yaptığı, “kafasına sıkın” kelimesinin en çok kullanılan sözcük olduğu mafya dizileri.
Ülkemiz sokaklarının neden magandadan geçilmediği, kadın cinayetlerinin nasıl olağanlaştığı sorusunun cevabı biraz da bu mafya bozuntusu dizi ve filmlerdir. Öyle ki bu dizilerin bazıları 700 bölüm bile sürebilmiştir.
Üçüncüsü de, ne iş yaptıkları, nasıl geçindikleri belli olmayan, yalılarda yaşayan ve oluk oluk para harcayan bir dünyada, aile kavramının yerle bir edildiği, dizideki hemen herkesin birbirine cinsel niyetler beslediği, sık sık çıplak erkek bedenlerinin sergilendiği (eskiden kadın bedenleri kullanılırdı), entrikadan ibaret diziler.
Bu çürümelerin vardığı son aşama ise, tamamen aile bağlarını hedef alan dizilerdir. Annesi oğluna tuzak kuruyor, oğul babasına çelme atıyor, gelin kocasına sevgilisiyle tuzak kuruyor, kardeş kardeşe savaş açıyor. Akla gelmeyecek hinlikler, pusular, tertipler. Çürümenin son evresinin adı “Aile” oluyor. Dizinin kahramanları ise sadece aile fertleridir. Birbirlerine karşı insanlık ötesi filleri yapanlar aile fertleridir.
Ve haftanın 7 günü, 24 saat, 85 milyonun beyni iğfal edilmektedir.
Öte yandan RTÜK adlı kurul seyrediyor, savcılar seyrediyor, iktidar seyrediyor.
Taammüden milletin değerlerine saldırmanın, milleti çözmeye çalışmanın, sosyolojide, hukukta, adli dünyada bir karşılığı yok mudur?
SIĞMAZAM
Ancak son aylarda ilginç bir gelişme yaşanıyor. Çıtayı daha da yükselttiler.
Birbirini tekrarlayan bu çürümüş saldırının toplumdaki karşılığının bekledikleri kadar olmadığını anlamış olmalılar ki, en çürümüş dizilerine en masum isimler vermeye başladılar.
Dramatik tarihsel facialar, katliamlar, sosyolojik ve felsefi olaylar, simge olmuş olaylar ya da anlatımlar isim olarak veriliyor artık bu dizilere. Örneğin birinin ismi; “Ben bu cihana sığmazam.”
Bu cümle, şu beyitin adıdır, okuyalım;
“BEN BU CİHANA SIĞMAZAM
Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam
Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam
Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam”
Bu beyit, Tanrı’yı Mekke’de, Hicaz’da aramanın gereksiz olduğunu, Tanrı’nın her varlıkta ve her canlıda olduğunu, insanın da Tanrı’nın yer yüzündeki timsallerinden olduğunu, dolayısıyla insanı sevmenin gerçekte Tanrı’ya yol olduğunu, kimsenin kimseye kötülük etmemesi, sevmesi, sayması, dünya nimetlerini paylaşması gerektiğini söyleyerek, Batıniliğin İhsan-ı Sefa Risalelerindeki felsefelerini yaymaya çalıştığı için, derisi diri diri yüzülen ve kafası koparılan Seyyid Nesimi’nin beyitinin adıdır.
Nesimi’nin beyitinin sistemin dizilerine meze yapılması olacak iş değil.
“BİR DERDİM VAR”
Bu da başka bir diziye verilen isim.
“Bir derdim var” sözü, Şah İsmail diye bilinen tarihi karakterin aynı zamanda Şah Hatayi adıyla söylediği deyişlerden birinin adıdır. Pirinin verdiği görevin büyüklüğünü anlatmaktadır. Deyiş şu şekilde;
“Bir Derdim Var (Muhabbet Bağında)
Muhabbet bağında bir gül açıldı
Bir derdim var bin dermana değişmem
Yüküm lal-i gevher mercan saçarım
Bir derdim var bin dermana değişmem
Cemi kuşlar dile gelir yazım der
Gövel turnam Şam’dan gelir güzüm der
Benim yarelerim tuzum tuzum der
Bir derdim var bin dermana değişmem
Garip bülbül gönlüm eğler ses ile
Nicelerin ömrü gitmiş yas ile
Aratıp bulduğum pir heves ile
Bir derdim var bin dermana değişmem
Mende eyder niyazım var özüne
Güzel pir ayıbım vurma yüzüme
Yarelerim hoş görünür gözüme
Bir derdim var bin dermana değişmem
Şah Hatayi’m muhabbete bakarım
Men doluyum men dolana akarım
Güzel pirim bir dert vermiş çekerim
Bir derdim var bin dermana değişmem”
Erkan Oğur ustanın da seslendirdiği bu deyişi, Ali Rıza ve Hüseyin Albayrak kardeşlerden dinlemenizi öneririm.
EŞKIYA DÜNYAYA HÜKÜMDAR OLMAZ
Milletin, halkın huzurunda büyük değer taşıyan başka bir eser, Sabahattin Ali’ye ait olduğu sanılan “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” şiiridir. Zülfü Livaneli’nin besteleyerek söylediği bu muhteşem eser, Edip Akbayram’ın dilinde destanlaşmış, milletin türküsü olmuştur.
Oysa kapitalizmin televizyonları için bu eser, mafya dizilerine yem edilebilir.
*
Sistem çürüdükçe, sistemin toplumu kontrol eden ve dönüştüren mekanizmaları çılgınlıkta sınırları zorluyor. Kullanmadıkları, sömürmedikleri şey kalmadı.
Kahredici bir durum…
Bari tarihsel kişiliklere, insanlığın değerlerine dokunmayın!
Mehmet Akkaya