Yaratıcı’ya, kutsal kabul edilen metinlere inanıp inanmamak kişinin hür irade ve vicdanla yapacağı samimi bir muhasebedir aslında. İşin içine baskı, dayatma ve zorlama girdiğinde ise o muhasebenin adı ancak “göstermelik iman” olabilir. Bu, Kur’an’da da açıkça ifade edilir. Şöyle denir: “… De ki: “İnanmadınız ancak ‘Müslüman olduk’ deyin”; iman henüz gönüllerinize yerleşmedi…” (Hucurat/Odalar,14)
İslam dünyasında Kur’an, bu göstermelik imana paravandır çoğu zaman.
İslam dünyasında ve özellikle de son yirmi yıldır ülkemizde Kur’an, siyasetin neredeyse baş malzemesi olmuştur; miting meydanlarında siyasetçilerin ellerinde sallanır durur. Bu durum; on dört asır öncenin yani mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takarak karşı tarafı etkisiz hale getirmenin günümüz sürümüdür! Kur’an, iç siyasette sıkışan dinci iktidarların kaçış alanıdır. Kronikleşen sorunlar bir anda bakarsınız “nass” olur ya da “bakara makara” olur! Dinci siyasetçi tam da budur; utanması, gerçeğe saygısı yoktur, sadece kendi çıkarı ve iktidarda kalma hırsı vardır!
Sıklıkla “Kur’an’da yazıyormuş” cümlesini de duyarız. Ancak, Kur’an’ı kendi dilimizde okuduğumuzda “yazmadığını” görürüz. Kur’an bu durumu da açıkça ifade eder: “Doğrusu kitaplılardan bir takımı, kitapta olmadığı halde kitaptan olduğunu sanmanız için, dillerini eğip bükerek kitabı telaffuz ederler ve o söz Allah katından olmadığı halde ‘Allah katındandır’ derler ve bilerek Allah’a karşı yalan söylerler.” (Al-i İmran/İmran Ailesi, 78)
Bir de “Kur’an Kursu” denilen bir yapı vardır ülkemizde, hani şu sıklıkla ve ne yazık ki dayak, şiddet ve de cinsel istismar ile gündeme gelen yapı… Son günlerde hâkimler, savcılar ve çocukları için Ankara Adliyesi’nde de açılması düşünülen yapı… Hani şu Kur’an’ı yüzünden okumayı öğretmek için yani Kur’an’ı, anlamını bilmeden okutmak için oluşturulan yapı…
Geleneksel hafızlık eğitimi alarak hafız olanlara yani Kur’an’ın tamamını ezberleyen kişilere saygımızı koruyarak şu ayetleri hatırlatalım: “Kendilerine açıkça anlatabilmesi için, her elçiyi kendi ulusunun dili ile gönderdik.” (İbrahim, 4) ve “Düşünürsünüz diye, onu Arapça Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf, 2)
Bu ifadelerden daha doğal ne olabilir? Kur’an Arap toplumuna inmişti ve elbette Arapça olacaktı. Ancak devamında Kur’an’ın anlaşılır olduğu ve okunması gerektiği vurgulanacaktır: “Ancak Biz, anmaya çalışsınlar diye onu senin dilinde kolaylaştırdık.” (Dûhan/Duman,58)
Her insanın Arap dilini bilmesi mümkün olmayacağına göre, Kur’an okumak isteyen kişi, kendi dilindeki çevirisini okuyacaktır. Atatürk de bu düşünceyle Kur’an’ı Türkçeye çevirtmiş ve dinin temel kaynağını halkın kendi dilinde okuyup anlayabilmesinin önünü açmıştır. Ancak süregelen zihniyete göre Kur’an muğlaktır yani anlaşılması zordur. Bu zihniyet için Kur’an okumak, Arap alfabesindeki harflerin okunuşlarını öğrenerek “yüzünden okumak” tır. Bir diğer zihniyet de Arapça metnin, Latin harfleriyle yazılan şeklini okumayı tercih eder. İki seçenekte de içerik ve anlam gözetilmez ve bu, “Kur’an’ı indiği dilde okuma” olarak kabul görür ve kutsanır. Fakat bu kabulün ayetlerle bağdaşmadığı açıktır. “Her bilenden üstün bir bilen bulunur.” (Yusuf,76) diyerek bilgiye vurgu yapan Kur’an, anlamak için okunmalıdır. Herkesin bilgi düzeyi ya da kavrama yeteneği farklı da olsa, bir metni kendi dilinde okuyan kişi az ya da çok bilgi ve fikir sahibi olacaktır.
“Vahyin akışı” başlıklı önceki makalemde; Kur’an’ı iniş yani vahiy sırasına göre değil de resmi sıralama olarak ifade edilen şekilde insanlığa sunmak doğru mu olmuştur, diye sormuş, resmi sıralamalı Kur’an mealinde girişin Fatiha ile olduğunu ancak sonrasındaki ilk dört surenin (Bakara, Âli İmran, Nisa, Maide) uzun ve ayrıntılı ayetlerden oluştuğunu, iniş sıralamalı mealde ise ilk beş surenin (Alâk, Kalem, Müzemmil, Müddessir, Fatiha) kısa ve kesin ifadeler içerdiğini, bir silsile takip ettiğini ve bunların; okumak, yazmak, düşünmek, benliği arındırmak ve kalkıp uyarmak şeklinde olduğunu ifade etmiştim. Ayrıca iniş sıralamalı ilk beş surede Muhammed peygambere hitap edildiğini, onun dışında başka bir peygamber adının geçmediğini, resmi sıralamada ise başlangıçtaki surelerin İsrailoğullarına yoğunlaştığını vermiştim.
Bu yazımda da şu soruyu sormak isterim: Ayetler açık ve net ortadayken neden ülkemizde Kur’an’ı kendi dilimizde okumanın önüne görünür-görünmez setler çekildi? Ayetlerde hangi öğütler vardı da bilinmesi istenmedi? Neden İslam’ın beş şartı olarak dayatılan maddelerin çevresinde dönüp duruldu?
Bu bağlamda kaldığımız yerden devam edelim ve iniş yani vahiy sırasına göre “ikinci beş sure” de yani Tebbet (alev babası), Tekvîr (dürme), Alâ (en ulu), Leyl (gece) ve Fecr (tanyeri ağarması) surelerinde yer alan bazı mesajlara değinelim.
Bir beddua suresi olan Tebbet’in mesajı ikinci ayetindedir: “Malı ve kazandığı kendisine fayda vermez.” İnsan kefenin cebi olmadığını bilir bilmesine de kurtuluşu hep maddiyatta arar ve gözünü bir türlü doyuramaz. O nedenle yaygındır Anadolu’da “gözünü toprak doyursun” ifadesi.
Evrenin nasıl yok olacağını, bu yok oluşta insanla evrenin nasıl bütünleşeceğini dehşet dolu ifadelerle veren Tekvir suresinin sekiz ve dokuzuncu ayetleri ise kız çocuğu üzerinden insanlığa çok önemli bir mesajdır. Şöyle der: “Canlı gömülen kıza hangi suçtan öldürüldüğü sorulduğu zaman.” Burada bir bilgi notu paylaşalım. İslam öncesi Arap toplumunda kız çocuklarını diri diri gömmek âdeti vardır. Tefsirlerde; babanın kızı yüzünden ar duyması, besleyememek korkusu gibi nedenler sayılmaktadır bu vahşet için. Bugün kız çocukları artık toprağa gömülmese de hayatın içinde diri diri gömülme devam ediyor. Bazı İslam ülkelerinde, erkek egemenlerin oluşturduğu “şeriat” (!) gereği, kız çocuk eğitimden yoksun bırakılıyor, çocuk yaşta evlendiriliyor ya da dedesi yaşındaki adama satılıyor.
Burada Devlet’imizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kez daha saygıyla analım ve çocuklarla ilgili iki görüşünü paylaşalım: “Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalıdır.” … “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız.”
Yaratan’ı en ulu olarak niteleyen Alâ suresinde, ayetlerin hatırlatılması önerilir ve “… bunlar ilk sahifelerde, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde de vardır.” denir. Bu ifadeye göre; Tevrat ve Kur’an iç içe geçmiş metinlerdir, diyebilir miyiz?
Leyl suresi geceye yeminle başlar ve insanlığa “karşılıksız” vermenin önemini hatırlatır. Şöyle der: “… O, yaptığı iyiliği, gördüğü bir iyiliğe karşılık olarak değil, ancak ulu Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır.”
Tan yerinin ağarmasına yeminle başlayan Fecr suresinde ise odak noktası insanın mala düşkünlüğü ve kendinden başkasını düşünmemesidir. 17-20. ayetleri verelim: “… Öksüze karşı cömert davranmıyorsunuz. Yoksulu yedirme konusunda birbirinizi özendirmiyorsunuz. Size kalan mirası derleyip yedikçe yiyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz.”
Şunu gayet açık olarak biliyoruz ki; adil olmayan, ehliyetsiz, liyakatsiz, basiretsiz, bilgisiz yöneticilerin elinde, kanun hükümleri de sözleşmeler de bildirgeler de basılı kâğıt olmaktan öteye geçmez. Diğer yandan insan hayatını iyi ve güzele evirmek yine insanın elindedir. Soru şudur: Yönetimleri, liyakat sahiplerine teslim etmek için çaba harcayacak mıyız yoksa havaleciliğe devam mı edeceğiz?
Mustafa Kemal Atatürk, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.” derken, halkçı bir Cumhuriyet’e ve sosyal devlet anlayışına işaret etmiştir. Bu düşünce yapısını yukarıda vermeye çalıştığımız mesajlarla birleştirebilirsiniz. Yüzüncü Yıl seçimleri için Atatürk aklına ihtiyacımız var.
Amasya Tamimi’nin 103. yılını kutlarken ilk maddesini de hatırlatalım: “Vatanın bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.”
Canan Murtezaoğlu
Yorumlar kapalı.