Tepemizdeki gulyabani, katlanılamaz hale gelen iğrenç sesiyle tüm televizyon kanallarından fışkırıyordu. Hayata karşı doğuştan gelen nefreti, ilerleyen yıllarda ele geçirilmiş şeytani bir ruhla bütünleşti, dalkavukları ve beslemeleri etrafına duvar ördü.
Bir avuç azınlık, milyonlarca insanı nasıl ayaklarının altında çiğner, nasıl madenciye tekme savurur, nasıl devletin kasasını boşaltır ve halkın seçtiği belediye başkanlarını atanmış/taraflı yargı elemanlarıyla nasıl görevden alır? Nasıl olur da milyonlar, hayatın karşı konulamaz gerçeklerine aykırı olarak sustukça susar, sindikçe sinerdi? Ve utanç dolu bir organizma, suç şebekeleri ve katıksız cehalet karşısında başarısız olabilirdi?
Oysa sustukları ve içerde biriktirdikleri, bir toplumu hemen isyankar yapmaz. Günler günlere, aylar aylara, yıllar yıllara eklenir. Yaşanamayan zaman ve sosyal hayat, gidilemeyen tatiller, ertelenen planlar, boşalan cepler, bozulan beden ve ruh sağlığı zamanla bir volkan gibi patlar.
Üstelik halkın vergisiyle halk için görev yapması gereken kamu görevlilerini halkın üstüne salmasıyla geri dönülmez bir yola girdiğinin farkında bile değildir.
Yalanların da bir felsefesi, kökeni, ruhu vardır. Yalanlar korkuyla başlar, alışkanlığa dönüşür ve kökleşir. Yerinden sökülemeyen uzun sarmaşıklar, onlarca yüzlerce binlerce kişinin asılıp çekmesiyle de yerinden çıkarılamaz. Kökünü kurutmak gerekir.
Yabancı belgesellerde sıkça görülen bir durum: Hapiste yatan suçluların aileleriyle yapılan röportajlarda kişiyi tarafsız değerlendiriyor hatta eleştiriyorlar. Oysa bizim toplumumuzda bu alışılmışın dışında bir davranış. Kişi, kendi yakınını yalan da söylese, hırsızlık da yapsa, adam da öldürse eleştiremez ve onu haklı çıkarmak için her zaman bir bahane bulur. Oysa bahane bulmak önce kendini aldatmaktır.
Özetle; Siyasetçilerin çoğu yetersiz ve yalancı insanlardır.
Son gerçek mücadeleyi, Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nda yaşadık
Tarih, doğal akışına karşı koyacak liderlerle yön değiştirir. Mustafa Kemal Anadolu’da kurtuluş mücadelesini başlatmadan önce tarih olağan akışında, kendi mecrasında akıyordu. Buna göre, sular hızla akarak taşı toprağı sürükleyecek, Türkleri kendi yurdundan ya atacak ya da köle yapacaktı; milyonlarca Afrikalıya yaptığı gibi.
Tarihin her daim olağan akışında seyredeceğini ve güçlülerin kazanacağını varsaymak, sadece matematik kurallarıyla tarih yazılamayacağını bilmemektir. Mustafa Kemal, Anadolu’da ve hatta tüm dünyada tarihin akışını tersine çevirdi.
Dünya siyaseti 21. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra yön değiştiriyor
ABD, Ortadoğu’yu ateşe atmakla kalmayıp, aynı zamanda Rusya-Ukrayna Savaşı’nın temellerini atarak ve onlarca yıl bunun altyapısını hazırlayarak, uygun zaman diliminde Avrupalı müttefiklerini yanına alarak Rusya’yı parçalamak ve ardından Çin’e yürümek hedefindeydi. Ancak Ukrayna’yı kobay yaparak 1 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan ve Ukrayna’nın toprak kaybetmesine yol açan hegamon güç, bugün değişen şartlara boyun eğmek ve Rusya’nın galibiyetini ilan etmek zorunda kaldı.
III. Dünya Savaşı çıkmaz, çıkarsa herkes biter
3. Dünya Savaşı’nın gerçek anlamıyla çıkması, bir evdeki herkesin evin havaya uçacağını bile bile barutları ateşlemesi gibidir. Nükleer bir savaştan dünya sağ çıkamaz. Bunun yerine temkinli saldırılar, vekalet savaşları, ticaret savaşları, siyasi baskılar ve restler olacaktır.
Ülkeler sadece yer altı kaynakları için savaşmaz, güven içinde onurlu yaşamak ve kendilerini korumak için de savaşır. Ve devlet aklı, devlet hafızası, tarih denen bilim dalı bize gösteriyor ki, ikili ilişkileri sağlıklı yönetemeyen siyasetçiler çoğu zaman kendi ülkelerini savaşa sürüklemişlerdir.
ABD Kore’de, Vietnam’da ve Irak’ta milyonlarca insanın ölümüne yol açtı, Amerikan askerleri her defasında savaş suçları işledi ve yargılandı. 1968’de Vietnam’da Son My katliamında çocuklar ve kadınlar dahil önlerine gelen sivilleri vurdular, üç köyü ateşe verdiler. Dönemin CBS muhabiri Walter Cronkite’ın ortaya çıkardığı gerçekler, devletin kamuoyuna sunduğu başarı hikayesiyle çelişiyordu. Ve bu da Amerikan halkında bir uyanışa ve hem ABD hem de dünyaya yayılan uzun soluklu protestolara yol açtı.
Diplomasi kültüründe devletlerarası ilişkilerin büyük bir dikkat ve özenle yürütülmesi beklenir. Savaş son seçenektir, hatta yaşadığımız teknoloji çağında seçenek bile olmamalıdır.
Pandemideki kapanmanın ardından dünyanın ekonomik çarkları durmuştu. Savaş baronları (silah ve enerji tüccarları, çok uluslu örgüt ya da şirketler) neredeyse iki yıldır kan akıtamadı. Ancak devletin tepesindeki kirli siyasetçiler eliyle kısa bir aradan sonra rollerine geri döndüler.
Pandemi (Covid-19) kapanma dönemi bitti, ABD’nin kışkırtıp finanse ettiği savaş ve çatışma dönemi geri döndü.
Rusya-Ukrayna Savaşı 2022’de çıkarılmasaydı ve Gorbaçov gibi bir devlet başkanı Rusya’da görev başında olsaydı, ABD-Rusya iş birliğinin hayali kurulabilir ve hatta hayal sınırları aşılıp Çin’e karşı birlikte savaşacakları söylenebilirdi. Oysa çıkması beklenen 3. Dünya Savaşı ve bu savaşta ABD ve Rusya’nın beraber hareket edeceği yönündeki varsayıma biçilen süre doldu. Ancak, elbette elli ya da yüz yıl sonra ne olacağını bilemeyiz.
ABD ve AB’nin Ukrayna’ya askeri ve ekonomik desteğine rağmen boyun eğdiremediği Rusya Devlet Başkanı Putin’in Batı’ya bir daha asla güvenemeyecekleri sözüne karşı, ABD’nin yeniden seçilen ve Rusya-Ukrayna savaşını sonlandırma hedefinde olan, ancak seçimden önce suikast girişiminde bulunulan başkanı Trump’ın gayreti artık o güveni tesis edemez. Üstelik Çin’in olağanüstü ekonomik büyümesi karşısında, hiçbir ülke ABD hegamonyasındaki o acımasız dünyaya geri dönmek istemeyecektir.
Bu nedenle BRICS’in geleceği hem Asya hem de Afrika ülkeleri açısından giderek daha çok önem kazanıyor ve ekonomik işbirliğinin yanı sıra yapılan ikili güvenlik anlaşmalarıyla yepyeni bir dünyanın kapısı aralanıyor.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra savaşa girmemiş olan Çin, tüm gücünü ekonomik kalkınmaya adadı. Çok uluslu şirket ve örgütlerin devlet yönetimine ortak olduğu ABD’nin oynadığı “kötü adam” rolünün tersine, ticaret yaptığı ülkelerle iş ortaklığı yapması ve ülkelerin iç işlerine karışmaması Çin’i daha saygın bir yere oturtuyor.
ABD tehditkar, pervasız, çürümüş bir devlettir
ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nın ardından göz diktiği enerji kaynaklarına sahip ülkelerde CIA eliyle iç savaş çıkarması, hükümetlere yönelik darbe planlaması artık geniş kesimlerce bilinen ve kitaplara konu olmuş gerçeklerdir.
ABD, enerji şirketlerinin devletteki eliyle ekonomik sömürgelerine yenilerini eklemek üzere Güney Amerika, Afrika, Orta Doğu ve hatta Avrupa’da rejim değiştirmek için CIA istihbarat (suç) örgütünü maşa olarak kullandı. CIA yıllarca gazetelere, kitaplara konu olan kanlı eylemler planladı ve yürürlüğe koydu. Örneğin, Küba lideri Fidel Castro’ya CIA tarafından 638 kere suikast girişiminde bulunuldu.
Henüz Orta Doğu’da olumlu gelişmeler beklemek çok zor. Rusya-Ukrayna Savaşı’nı bitirme konusunda kararlı olan ABD Başkanı Trump, İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım, açlığa mahkum etme ve yerinden etme politikasını görmezden geliyor. Çünkü emperyalist ABD’nin ticari çıkarları bunu gerektiriyor.
Oysa aynı ticari çıkarlar, ABD’nin Rusya ile yürüttüğü düşmanlık politikasını sonlandırmasına yol açmıştı.
Medeniyetin beşiği Mezopotamya ve dairesel olarak genişleyen etrafındaki coğrafyanın çetin bir ruhu vardır. O nedenle Orta Doğu’daki bataklıktan on yıllardır çıkamadılar. Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Libya’da ve Filistin’de petrol tüccarlarının, akıttıkları kanda boğulmaları kaçınılmaz olacaktır. İsrail gibi terör ve insanlık suçları üreten taşeron devletler ne İngiltere ne de ABD’yi arkasına alarak o coğrafyada huzura kavuşamaz.
Gazze
İsrail’in Filistinliler üzerinde uyguladığı 21. Yüzyılın büyük utancı Gazze Soykırımı ve Filistinlileri yerinden etme, ablukaya alarak aç bırakma, kuş gibi hedef alarak insanları avlama, hastaneleri/mülteci kamplarını bombalama gibi korkunç olaylar, ABD’deki üniversitelerde kitlesel eylemlere dönüştü.
İsrail Başbakanı Netanyahu, soykırım suçlusu olmasına rağmen ABD Kongresinde alkışlarla karşılandı; bu mide bulandırıcı…
Bunların bir mantığı ve bir matematiği yok. Olsaydı, Gazze’de tonlarca bombayla hedef alınan binlerce çocuğun kolları, bacakları, kafaları kopmazdı. Batı Şeria’da da cesaretlenen İsrailli yerleşimciler Filistinlileri rutin olarak öldürüyor ve mülklerini ele geçiriyor. Protestoların olması hiçbir şeyi değiştirmiyor, tıpkı soykırım finansörü Biden gibi, yeniden başkan seçilen Trump da soykırım ve etnik temizliği finanse ediyor.
Yaşanan pek çok şeyin mantığı yok. İnsanlık henüz o noktada değil. Şayet akıl ve bilim, mantıkla ve gerçeklerle buluşsaydı zaten savaşlardan bahsedemezdik. O noktada, ABD’nin Çin’i hedef almıyor olması, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa sömürge devletlerinin Afrika’yı yüzyıllardır sömürmüyor olması gerekiyordu. Amerika kıtasında Kızılderililer, Mayalar, İnkalar ve Avustralya’da Aborjinler ülke yönetiminde olur, kölelik olmaz ve Afrika’da siyahiler üzerinde oturdukları yeraltı kaynaklarını kendileri işletirdi. Çok daha renkli, doğasever, hayvan sever bir dünyamız olurdu.
Bilim insanları Jeffrey Sachs ve John Mearsheimer’ı kutluyoruz; gerçekleri söyledikleri için. Oysa dünyanın büyük medya kuruluşları, emperyalizmin kullanışlı akademisyenleri uzun yıllar boyunca milyonlarca insanı yanıltmayı başardılar.
23 Nisan: Bir yanda Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, diğer yanda Deprem
23 Nisan’da Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladık, bilimsel düşüncenin önünü açan kurucu liderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ü ve silah arkadaşlarını bir kez daha saygıyla andık.
Aynı gün, 23 Nisan’da Marmara Denizi’nde 6,2 büyüklüğünde bir deprem oldu ve İstanbul’da güçlü şekilde hissedildi. Öncelikle depremin sadece ovalık alanlarda yıktığını öğrendiğimize göre, Kentsel (Rantsal) Dönüşüm odaklarının bir İnşaat/Beton şehre çevirdiği İstanbul’da daha bilimsel hareket etmemiz gerektiğini anlıyoruz. İstanbul’un % 4’ü ovalık, geri kalan % 96’sı ise kayalık alan olduğuna göre yapılması gereken, ovalık alanlardaki yerleşim yerlerini kayalık alanlara taşımaktır. Bu bilgilerle bizleri aydınlattığı için gazetemiz Sonsöz’ün YouTube kanalında iki yıldır program yaptığımız Prof. Dr. İlyas YILMAZER’e teşekkür ediyoruz.
6 Şubat Kahramanmaraş merkezli Depremler
6 Şubat 2023’te yaşanan ve resmi açıklamalara göre 53 binden fazla can kaybına yol açan ve 13 ilimizi etkileyen Kahramanmaraş merkezli depremler hafızamızdaki yerini aldı.
Hava geçekten de çok soğuktu. 6 Şubat ve onu takip günlerde gece belli-belirsiz uyuyup uyanıyor ve göçük altındaki insanlara hala ulaşılamadığını haberlerini telefonumdan takip etmeye çalışıyordum.
İktidar askeri yardım ekiplerini üç gün sonra (gecikmeli) bölgeye sevk ettiği için, binlerce insan göçük altında çığlık atarak ve donarak öldüler. Haber kanallarının daha hızlı ulaştığı yere devlet ulaşamamıştı. Herkes tepedeki tek adamın emrini bekliyordu.
Depremden 9 gün sonra o kadim şehre, Hatay’a ulaşma imkanımız oldu. Antakya bir hayalet şehre dönmüştü. Tarihi yapılar, çarşılar yerle bir olmuştu. Kalan hasarlı yapılar terk edilmişti. Yan yatan binaların kırık camlarından dışarıya sarkan perdeler, kırık kanepeler, betona gömülen insanlar ve ıssız-soğuk gece…
Ancak aynı gece rastladığımız Orman Müdürlüğü’nün aracındaki gençler, bize karanlığa bürünmüş yıkıntılar içindeki Antakya’yı gezdirdikten sonra Karlısu’ya götürmüştü. Neyse ki sabah olduğunda, şehir merkezinin yukarısında depremden daha az etkilenmiş bu güzel köyün insanlarıyla tanışıp sohbet etme fırsatımız oldu. Hatay’ı deprem vurmuştu ama insanlar o yıkıntıların içinde bile bizlere nezaket gösteriyor, bölgede röportaj yapmamıza ve fotoğraf almamıza yardımcı oluyorlardı. (Köy muhtarı ve köy halkına sonsuz teşekkürler.)
Depremin yıktığı o korkunç manzarayı gördükten sonra, üşümedim…
Hayır hiç hakkımız yok üşümeye; camı kırık evlerde donarak ölen bebekleri, depremde yeraltında çığlık atarak ve soğuktan donarak ölen insanları düşündükçe…
Sık sık havalar soğuk olduğunda konuşuyor içimdeki ses: “Üşüyor muyum, hayır.”
Kahramanmaraş merkezli depremlerde yıkılan evler, ovalık alanlara inşa edilmişti. İstanbul’da ise deprem değil rant yıkıyor hayatımızı. % 96’sı kayalık olan İstanbul’da yüzyıllardır yıkılmayan Galata Kulesi ve Kız Kulesi‘ni düşünüyorum, ayaktalar.
1999 yılındaki Marmara Depremi’nden sonra, bilim insanlarının isabetsiz deprem tahminleri, iktidar ve hatta muhalefet yandaşı müteahhitleri harekete geçirerek sağlam binaların bile yıkılarak yerine yenisinin yapılmasına yol açtı.
Oysa Antakya’da Asi Nehri boyunca uzanan evlerin yıkılması kaçınılmazdı. Ve bu tarz ovalık, sulak, dolgu alanlarda ve dere yataklarında “kentsel dönüşüm” yapılamaz. Yani evinizi yıkıp yerine yenisini inşa edemezsiniz. Bu bölgelerin boşaltılması ve yerleşim yerlerinin kayalık zeminlere taşınması gerekiyor.
Deprem olacak diye rant pompalanıyor, şehirler betona gömülüyor, müteahhitler zenginleşiyor, halk fakirleşiyor. Üstelik yıkılan evlerin yerine sahil dolgu alanlarına, dere yataklarına gökdelenler yapılıyor, ölüm riski artıyor, tabiat mahvoluyor.
III. Dünya Savaşı çıkacak diye dünya devletleri silahlanmaya daha çok yatırım yapıyor, biri yaptıkça diğeri de silahlanma bütçesini artırıyor, çatışma riski büyüyor; silah şirketleri ve savaş baronları kazanıyor.
İstanbul’da % 4’lük ovalık alanlar dışında kalan % 96’sında deprem nedeniyle büyük bir yıkım beklenmiyor.
Daha fazla beton solumamak ve müteahhitlere kurban edilen şehrimizden kalanları korumak gerekiyor. Yıkılan mahalleler, kesilen ağaçlar, yok edilen yaşam formları… Yetmedi mi?
Bir de AKP iktidarına muhalefet eden, ancak ideallerini gerçek yaşamında içselleştirmemiş “Evi müteahhide verelim” diye anne-babasına baskı yapan tiplerin sayısı had safhaya ulaştı.
Sadece o mu? Eve tadilata giden ustalar bile, “Siz evinizi müteahhide vermiyor musunuz?” diye soruyor. Halbuki ustalar çoğunlukla eski evlerde tadilat yaparak para kazanıyor. Bütün evler yeni olsa çoğu işsiz kalır.
Bu ülkede karikatüristler hiç malzeme eksikliği çekmiyor.
BEYİN GÖÇÜ
Ekonomik eşitsizliğin minimuma indiği, eğitim olanaklarının hemen her ülkede benzer seviyeye çıktığı, açlıktan ölen insan sayısının sıfırlandığı, savaş ihtimalinin kalmadığı, sınıf ve ırk ayrımının ortadan kalktığı bir dünyada beyin göçü olmayacaktır.
Bilim ve sanatın egemen olduğu bir dünyada kitlesel GÖÇ olmayacaktır.
İşte öyle bir dünya hedefimiz var…
Ayça Yılmaz