Atatürk şöyle der: “Adalet dilenmekle ve kendine acındırmakla millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet bağımsızlığı sağlanamaz…”
Bu sözlerinin arka planında ne vardır?
1920’nin Ocak ayı… İstanbul henüz işgal edilmemiştir. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Ankara’dadır. Savaşişleri Bakanı Cemal Paşa ile Temsilci Kurul arasında, kronikleşmiş bir sorun vardır. Bakan; “İstanbul’da bulunan generalleri kolorduların, albay rütbesindeki üstsubayları tümenlerin başına geçirmek istemektedir.” Bakan bir oldu bitti peşindedir; eski müsteşar Ahmet Fevzi Paşa, Ankara’da Ali Fuat Paşa’nın, Nurettin Paşa da Konya’da Albay Fahrettin Bey’in yerine geçmelidir.
Bu çok sakıncalı ve yanlış prensip Temsil Heyeti’nden olur almaz. Mustafa Kemal Paşa, “çünkü bu durumda Dünya Savaşı’nda yetişmiş ve kolordu ve tümen komutanlıklarına yükselmiş ne kadar genç general ve üstsubay varsa, kuşkusuz, hepsi bu görevlerden uzaklaştırılmış olurdu.” der ve “ulusal amaçlara bağlı ve o yolda iş görmekte olan, kişilikleri bilinen komutanları” ne olduğu belirsiz özel bir amaca kurban etmemekte kararlıdır.
Cemal Paşa ise direnmekte, bu işi bir onur sorunu haline getirmekte ve “görevden ayrılacağını bildirerek gözdağı vermektedir.” Mustafa Kemal Paşa kendisine bir şifre geçer ve uyarır: “Savaşta çalışarak yükselmiş kişileri, ast duruma sokmak, olamaz. Bu zamansız girişimler, Ulusal Örgütler için çalışmakta olanların iş başından ayrılmalarına ve böylece ulusal birliğin bozulmasına yol açar.”
Saray hükümeti belli ki, Ulusal Güçleri içeriden karıştırarak dağıtmak niyetindedir. O gün için kullanılması düşünülen siyasî enstrüman “İstanbul’da birikmiş eski generaller ve üstsubaylar” dır. Bu kronikleşmiş “içeriden karıştırma zihniyet yapısı” hiç bitmeyecektir…
Toplumda karışıklık yaratarak iktidarda kalmanın her türlü yolunu aramak; demokrasi trenine istediğinde binmek, istediğinde inmek ya da demokrasiyi amaca ulaşana kadar araç olarak kullanmak, sonra kaldırıp atmak özellikle bu yüz yılın başından beri siyasette ezber haline geldi. Bu ezber bozulacak mı bilmiyoruz ancak biraz bellek tazelemekte yarar olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda 2015 Haziran ve Kasım seçimleri arasında yaşanan karabasanlarla dolu süreci kısaca hatırlayalım.
7 Haziran seçim sonuçlarına göre AKP artık tek başına iktidar değildir; 2002’den beri ilk kez Meclis çoğunluğunu kaybetmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümet kurma görevini Başbakan Davutoğlu’na verir ve Ana Muhalefet partisi CHP ile “istikşafi görüşmeler” başlar. Bu, bir koalisyon hükümeti için müzakere sürecidir; Temmuz ortalarında başlar, 5 tur yapılır ve Ağustos başında sonlanır.
Bu arada Erdoğan, “Dolmabahçe Mutabakatı” nı tanımadığını açıklar; tarih 17 Temmuz’dur… Oslo Görüşmeleri olarak bilinen ve 2009’da MİT ve PKK arasında temeli atılan “Çözüm Süreci” de böylece sonlanır. Üç gün sonra Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde, IŞİD tarafından bir intihar saldırısı gerçekleşir. 33 kişi hayatını kaybeder. İki gün sonra da Ceylanpınar’da iki polis, evlerinde başlarından vurularak öldürülür.
İstikşafi görüşmeler sonuçsuz kalmıştır! Erdoğan seçimlerin yenilenmesi kararını verir. Bu, Türkiye siyasî tarihinde bir ilktir. İkincisi ise 2019’da yapılacak olan İstanbul seçimlerinde yaşanacak, ancak AKP adayının kazanması için her türlü yolu deneyen irade başaramayacak ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu zaten hakkı olan koltuğa -bu sefer çok büyük bir oy farkıyla- yeniden oturacaktır.
Tekrarlanacak olan seçimin tarihi 1 Kasım’dır. PKK saldırıları sonucunda Dağlıca’da 16 asker şehit düşer. Ardından, 10 Ekim’de Ankara Garı’nda büyük bir katliam yaşanır. IŞİD’in iki canlı bomba saldırısı nedeniyle 102 kişi hayatını kaybeder.
1 Kasım 2015… İçi çok yönlü karıştırılmış bir ülkenin, beş aydır uyku felci (karabasan) yaşamakta olan seçmeni sandık başındadır. AKP sandıktan tek başına çıkar; Haziran oylarına mucize (!) bir 9 puan eklenmiştir! O günlerde sahadaydım; görüşümü de not düşmek isterim: 2015 Haziran seçimlerinde oylar “baraj atlatma” düşüncesiyle dağıtılmayıp Ana Muhalefet’te toplansaydı bugün “tek adam” sisteminde yaşıyor olmayacaktık.
Ocak 1920’ye dönelim…Mustafa Kemal Paşa, yaratılmak istenen karışıklık için bütün komutanların dikkatini çeker; herhangi biri onların yerine atanırsa “komutayı bırakmayarak eskisi gibi ulus ve ülke görevlerini” sürdürmelerini ister. “Hükûmetin olabilir saydığı politik sakıncaları gidermek için yapılacak her şey yapılmıştır.” der Atatürk ancak bir “nota” sorunu çıkmıştır. İtilâf Devletleri olağanüstü temsilcileri, Ali Rıza Paşa Hükûmetine ortak bir nota vermiştir. Karadeniz Ordusu Başkomutanı Sir George Milne de Osmanlı Hükûmetinin dikkatini çekmiştir. Cemal Paşa; Milne’nin, “Paris’teki Yüksek Kurul’un kararlarına uyarak verdiği direktifleri” uygulamamakla suçlanmaktadır. İtilaf Devletleri “derhal” cevap beklemektedir.
Atatürk; Nutuk’ta Osmanlı hükümetinin bu notaya verdiği yanıtı irdeler. Bazı cümleleri verelim: “Hükûmetle ordu her zaman soruşturma komisyonunun adaletine ve insafına güvenmiştir ancak akan kanları geçici olarak dindirmek için, Savaşişleri Bakanlığı General Milne Cenaplarına öneride bulunmuştur. Bu öneri; Yunan birlikleriyle Ulusal Güçler arasına Osmanlı birlikleri koymaktan ibarettir ancak bu öneri kabul görmemiştir… İşgal bölgesinin Yunan birlikleri dışında, İtilaf Devletleri birliklerince de işgali önerisine ilişkin iki yazı karşılıksız kalmıştır… General Milne Cenapları sınırları gösteren yazıları göndermiştir ancak Savaşişleri Bakanı’nın böyle bir bildiri hükümlerini uygulama yetkisi yoktur ve bu durum komiserlere bildirilmiştir…Geçici sınırın Yunanlılar tarafından tamamen işgal edilmesine karşı çıkan halkı önleyemeyen hükümet ve ordudur; bu sorunun adaletle çözülmesi dilenir.” Saygılar da sunularak son bulur yanıt. Cemal Paşa’nın mektuplarında da şu ifade vardır: “Hükûmet, Wilson prensiplerine göre kabul edebilecekleri iyileştirmeler için söz veren bir bildiriyi yakında yayımlayacaktır…”
Acizlik, korkaklık ve yaranma dolu bu satırları okuyan Atatürk, Türk milletine, tüm zamanlar için bir uyarıda bulunur; üzerinde durulmayan esas noktaya işaret eder ve şöyle der:
“O da Efendiler; Mister George Milne’in doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin Savaşişleri Bakanı’na emir ve direktif vermekte olmasıdır. Bu durum, ne Ulusal Güçlere karşı onur işi yapan Savaşişleri Bakanı’nın ve ne de Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını sağlamak sorumluluğunu üstlenmiş olan hükûmetin onur ve haysiyetine dokunmuyor. Bu durumun, kendilerinin haysiyetinde ve devletin bağımsızlığında çoktan yaralar açmış olduğunu fark etmek istemiyorlar. Hiç olmazsa protesto etmiyorlar. Hiç olmazsa, bu bağımsızlığı ortadan kaldıracak nitelikteki sataşma ve saldırıya âlet olamayız diye haykırmaya cesaret edemiyorlar… cesaret edemiyorlar! Efendiler, çünkü korkuyorlar… Korkmamak için, insanlık haysiyetinin ve millet onurunun saldırıya uğrayamayacağı çevrede ve öyle koşullarda bulunmak gerekir.”
Günümüzde doğanın hakkı için meydanlarda bir araya gelmenin bedeli bile artık ağırlaştırılmış müebbet olabiliyor. Kararlar hukuk adına değil, siyaset adına alınıyor. Türk milleti de; protesto etmek, haykırmak, korkmamak gibi kavramları göz ardı etmiş görünüyor. Atatürk’ün girişteki sözünün devamı ile bağlayalım yazımızı:
“Adalet dilenmek ve kendine acındırmak gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin yarınki çocukları bunu, bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar.”
Canan Murtezaoğlu