Şimdinin bebeleri bilgisayar oyunundalar.
Çoğu arkadaşsız, evde tek başına hem de…
Ne bir şey yaratacak olanakları oluyor, ne çocuksu oyunları… Sadece tablet oyunu, bir de çizgi filmler…
Ne hayal dünyaları gelişiyor, ne yaratıcılıkları, ne paylaşım ruhları…
Bizim zamanlar mı?
Bizde ooo!
Ne icatlar, ne oyunlar olurdu…
Sokağa çıktığımız daha ilk zamanlarda, üç – dört yaşlarında başlardı mesela her şey.
O yaşların icatları misket üzerine, sobeleme, körebe üzerine tabi.
“Üç-dört yaş” deyince şaşırdınız, değil mi?
O zamanlar trafik yoktu bizim oralarda. Çocuk kaçırma, çocuğa kötü muamele de olmazdı. Çok çok seneler sonra, büyük şehirlerde duyar olduk böyle şeyleri.
Hava karardı da göz gözü görmez olunca, o zaman seslenirdi anneler; “Hadi, akşam oldu, yemek zamanı, gelin gayri”.
Fakirdik… Lüks oyuncaklarımız olmazdı. Topumuz bile çok sonraları olmuştu.
Naylon top yeni gelmişti bizim oralara. Gelse de, bebeydik ve topa verecek paramız olmazdı zati.
Bütün oyuncaklarımızı kendimiz icat ederdik. Okulda da elişi dersleri, yaratıcılık dersleri olurdu zaten.
Bezleri sararak tortop eder, cizlavet ayakkabılarla koşardık peşinden. Çok lastik ayakkabı yırttı bizim çağın bebeleri.
Kar yağınca da okul çantaları kızak olurdu altımızda. Seneye çıkmaz, parçalanırdı çantalar da, ayakkabılar da.
Kışın, kaymaktan sonraki en büyük muzipliğimiz, okula gidinceye kadar soğuktan donmuş, kızarmış kulaklarımıza, çaktırmadan fiske vurmak olurdu.
Sınıfta sobanın sıcağıyla kulakların buzları çözülmeye başlayınca, fiskenin sızısından kıvranırdık hepimiz.
Bile bile lades der, sonraki gün yine yapardık.
Biraz haylaz mıydık ne?
Azıcık büyüyüp çaya yüzmeye gider olduğumuzda, Çaltı Çayı’nın Deveboğan’ında dipten para çıkarmaya başlamıştık mesela.
Okulda da “en maharetli kopya yarışması” olurdu aramızda. Türlü türlü kopya çekme keşiflerimiz vardı. Hababam sınıfı gibi valla. Bizim bebelerden zehir kafalı biri, kurmalı kol saatinden kopya makinesi yaptıydı da, hepimiz mars olmuştuk.
Tütün niyetine sarılacak ot keşfetmede mısır püskülünden daha yakışanı bulamamış, onda karar kılmıştık. Çok acı olurdu meret. Öksür Allah öksür…
Bir de kibrit kutularından telefon yapardık mesela.
Telefon dediysem, sene 1960’ların ortaları…
Graham Bell daha gelmemiş bizim oralara. Kablolu telefon var sade, o da ancak devlet dairelerinde.
Cep telefonu desen, icat bile olmamış daha.
Ama biz yapmıştık işte.
Bebeyken hem de!
Kibrit kutusundan kibritleri boşaltır, iç kutusunun ortasını deler, uzun bir ipi delikten geçirirdik. İpe bağlı kibrit kutusu içleri, uzaktan uzağa telefon olurdu bize.
Arada bağırmak lazım gelirdi, genellikle de uğultu olurdu sadece. Ama olsun! Oradan, uzaktan bir işaretti bize.
Destekçi bulsak, şimdikiler “sponsor” diyor ya hani, mahallede bebelerinin elinden tutan olsa, bak gör neler icat ederdik.
Şaka bir yana, her nesil öncekilerden büyük miraslar aldı, sayısız icatlar koydu üzerine, büyüye büyüye getirdi yakın zamana kadar çocuk dünyasını.
Şimdinin bebelerine, tablet oyunlarına bağımlı gariplerime baktıkça, “meğer bizim çocukluğumuz ne kadar da zenginmiş” diyorum.
Mehmet Akkaya