1. Haberler
  2. DOĞA
  3. İstanbul barajlarındaki doluluk oranı % 21,87 olarak açıklandı

İstanbul barajlarındaki doluluk oranı % 21,87 olarak açıklandı

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala
Örnek Resim

İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin (İSKİ) açıklamasında İstanbul’a su sağlayan barajlardaki doluluk oranlarının % 21,87 olduğu belirtildi.

Yeni verilere göre İzmir’deki su krizi derinleşirken, İstanbul’da da baraj doluluk oranları birkaç ay içinde ciddi biçimde düştü. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin (İSKİ) açıklamasında İstanbul’a su sağlayan barajlardaki doluluk oranlarının yüzde 21,87 olduğu belirtildi. 30 Haziran’da bu oran yüzde 66,23’tü.

İSKİ’nin verilerine göre 9 Kasım itibarıyla şehirdeki baraj doluluk oranları:

• Alibey Barajı: yüzde 11,92

• Darlık Barajı: yüzde 32,13

• Elmalı Barajı: yüzde 51,46

• Istrancalar Barajı: yüzde 35,19

• Kazandere Barajı: yüzde 2,61

• Pabuçdere Barajı: yüzde 4,67

• Sazlıdere Barajı: yüzde 22,33

• Terkos Barajı: yüzde 24,79

• Ömerli Barajı: yüzde 17,58

Yaz aylarından bu yana derin bir su sıkıntısı içinde olan ve zaman zaman su kesintilerinin yaşandığı İzmir’de ise rezerv suyunun da harcandığı öne sürülüyor.

Türkiye su fakiri olmasa da “su stresi yaşayan bir ülke” olarak kabul ediliyor. Ancak uzman görüşlerine göre mevcut gidişat değişmezse önümüzdeki yıllarda su fakiri kategorisine girme riski var.

Su fakiri bölgeleri, kişi başına yıllık kullanılabilir tatlı su miktarının 1000 m³’ün altında olan ülkeler oluşturuyor. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi Ortadoğu ülkeleri ile Somali, Cibuti ve Eritre gibi Afrika ülkeleri bu kategoride.

Su stresi yaşayan ülkelerde ise kişi başına yıllık su miktarı 1000 ve 1700 m³ aralığında. 2024 verilerine göre, Türkiye’de kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı yaklaşık 1300 ila 1400 m³.

Su zengini ülkeler ise 8 bin ila 10 bin m³ üzeri miktarla genelde muson yağmurları alan Ekvator çevresi ülkelerinden oluşuyor.

Türkiye’de suyun en büyük tüketicisi % 70’e varan paya sahip olan tarımsal sulama sektörü. Sanayide yaklaşık % 15, evsel kullanım ve içilen su miktarı ise % 15 civarında...

Uzmanlara göre su krizinin başlıca nedeni iklim krizi ve buna bağlı kuraklık. Zira iklim krizinin dünyada en kötü etkilediği yerlerden biri Akdeniz bölgesi. Küresel ısınmaya karşı büyük ölçekte bir gerileme sağlanamazsa Akdeniz havzasında kuraklığın baş göstermesi bekleniyor.

Ancak nüfus artışı, tarımsal sulamadaki verimsizlik ve kirlilik gibi faktörler de çok etkili. Bunlar da değişmeden devam ederse 20 ila 30 yılda, yani 2050’lerde Türkiye’nin de su fakiri ülke konumuna düşmesi mümkün.

Madencilik su kaynaklarını nasıl kirletiyor?

Nitekim son yıllarda hız kazanan ve ülke çapında protestolara neden olan maden arama faaliyetleri de suların önemli bir kirleticisi. Çünkü çıkarılan madenlerin yıkanması ve siyanür gibi maddelerle saflaştırılması işlemi yeraltı ve yerüstü su kaynaklarını ciddi biçimde kirletiyor. Bu tesislere termik santraller de altın madenleri de dahil.

2022’de Greenpeace öncülüğünde Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesindeki termik santral gezisinde Independent Türkçe’ye konuşan Elbistan Hayatı ve Doğayı Koruma Platformu’ndan Mehmet Dalkanat, “Köylüler ‘Artık 400 metreden su alıyoruz’ diyor. Santraller sularımızı kurutuyor” ifadelerini kullnmıştı.

Termik santraller soğutma kulelerinde suya ihtiyaç duyuyor. Uzmanlara göre 1000 MW’lık bir santralin günlük soğutma suyu yaklaşık 800 l/s. Bunun yanı sıra linyitin işlenebilmesi için çıkarıldığı esnada kuru olması gerekiyor. Bu da yeraltı sularını termik santrallerin önünde bir engel haline getiriyor.

Suyun önlem amacıyla 16.00-22.00 saatleri arasında verildiği Uşak’ta da benzer bir tartışma söz konusu. Bölgedeki Tüprağ Altın Madeni’nin tüm Uşaklılardan daha fazla su tükettiği iddia ediliyor. Bölge halkı bu iddialar karşısında son derece tepkili.

Su krizinin nedenlerine dair tartışmalar derinleşirken, çözümlerine dair konuşmalar da bir o kadar hararetli.

Aralarında sosyal medya ünlülerinin de yer aldığı bazı çevreler, halka ev suyunu tasarruflu kullanma çağrıları yapıyor. Ancak birçok kişi su krizinin asıl nedeninin madencilik ve tarım endüstrileri olduğunu hatırlatıyor. İklim aktivistleri ise bireysel önlemlerin de önemli olduğunu ama çözümün bireysel önlemlere indirgenmemesi gerektiğini vurguluyor.

Daha sürdürülebilir bir endüstri içinse köklü yenilikler gerekli. Bu çözümlerin başında tarımsal sulamada verimliliği artırmak geliyor.

Türkiye’de hâlâ en yaygın yöntem olan “salma/vahşi sulama”, tarlanın suyla tamamen doldurulması anlamına geliyor. Bu yöntemde suyun yüzde 50 ila 60’ı buharlaşma, sızma veya yüzey akışıyla boşa gidiyor. Özellikle sıcak ve rüzgârlı bölgelerde, tarlaya verilen suyun büyük bölümü toprağa ulaşmadan buharlaşıyor.

Yanlış ürün seçimleri de bir diğer önemli faktör. Bu da su isteyen bitkilerin yanlış bölgelerde yetiştirilmesi anlamına geliyor. Örneğin su kıtlığı olan bölgelerde pamuk, mısır, şeker pancarı, pirinç gibi çok su isteyen ürünler ekildiğinde su kaynakları hızla tükeniyor.

Bunun yanı sıra açık kanallar, beton kaplamasız sulama kanalları ve eski sulama sistemlerinde % 30’a varan su kaybı yaşanıyor.

Tarımsal sulamanın daha verimli hale getirilmesi için geliştirilen yöntemler de mevcut.

Bunların başında da “mikro sulama” geliyor. Bu yöntem, düşük basınçlı ve düşük hacimli sistemlerle suyu doğrudan bitkinin kök bölgesine ulaştırıyor. Bu sayede buharlaşma ve yüzey akışı önemli ölçüde azalıyor. Bazı araştırmalar, mikro-sulama sistemlerinin geleneksel sistemlere göre yüzde 20 ila 50 oranında daha az su kullandığını gösteriyor. Damla sulama, bu yöntemin en yaygın formu. Suyu kesikli damlacıklarla bitkinin kök bölgesine vererek su tasarrufu sağlanıyor.

Bir diğer yöntem ise tabana yüzeysel sulama (Subsurface Textile Irrigation / SSTI). SSTI, yeraltına döşenen jeotekstil tabakası ve damla hattıyla çalışıyor; suyu doğrudan kök bölgesine taşıyor ve yüzeye çıkmasını engelliyor. Aynı miktarda suyla 2,5 kat daha fazla toprak hacmini sulayabileceği belirtiliyor. Ayrıca arıtılmış suyun güvenle kullanılmasını sağlayabileceği de söyleniyor.

Örneğin, Şili’de Atacama Çölü’nde, El Tofo yakınlarında kurulan sistemler günde yaklaşık 3 bin 800 galon su sağladı. Fas’ın Aït Baamrane bölgesindeki Dar Si Hmad projesi de sis toplama sistemleriyle kırsal toplulukların suya erişimine olanak tanıdı. San Francisco Chronicle’a göre, Kaliforniya gibi bölgelerde de pilota yönelik projeler yürütülüyor.

Diğer yandan, yağmur suyunu hasat etme fikri sis hasadından daha yaygın. Hatta insanların bireysel olarak yağmur suyunu hasat etmesi de mümkün oluyor. Bunun bir yolu, çatıdan yağmur toplamak. Çatı yüzeyden toplanan yağmur suyu depolama tanklarında tutuluyor. Bu hem basit hem de düşük maliyetli bir yöntem.

Araziye yönelik de çeşitli uygulamalar var. Yarım-daire (semi-circular bund) sisteminde yarı dairesel hendeğe benzeyen yapılar, yağmur suyunu tutuyor.

Hindistan’daki Rajasthan gibi kurak bölgelerde kullanılan “Johad” sistemi ise topluluklar tarafından yönetilen, yağmur suyunu toplayıp yeraltı suyunu besleyen küçük göletler. Bir diğer sistem olan “Taanka” da yeraltında, sızdırmaz arazilere kurulan bireysel su depoları. Yağmur suyu toplanıyor ve depolanıyor; içme suyu olarak kullanılıyor. Sand Dam (kum barajı) ise ticari kullanılmayan, kurak çöl vadilerinde kuruluyor. Muson yağmurlarıyla biriken kum suyu filtreleyerek depoluyor ve su yıllarca yeraltında korunuyor.

Bunlar gibi pek çok teknik mevcut, ancak daha yenilikçi yöntemler de var. Örneğin New York Üniversitesi Abu Dhabi ve ortakları tarafından geliştirilen Janus kristalleri adlı malzeme, yüzeyinde hem suyu çeken (hidrofilik) hem de taşımayı kolaylaştıran (hidrofobik) bölgeler içeriyor. Böylece sis ve nemden de enerji harcamadan su topluyor.

Kamuoyunda en çok tartışılan çözüm önerilerinden biri de deniz suyunu arıtmak.

İklim değişikliğinin etkisiyle dünya genelinde kuraklıklar artarken, temiz içme suyuna erişim giderek zorlaşıyor. Birleşmiş Milletler’e göre, 2030’a kadar dünya nüfusunun yarısından fazlası su stresi yaşayan bölgelerde olacak. Bu tablo karşısında gözler, sınırsız bir kaynak gibi görünen denizlere çevriliyor. Ancak deniz suyunu arıtmanın gerçekten sürdürülebilir bir çözüm olup olmadığı tartışmalı.

Deniz suyunun tuzdan arındırılması (desalinasyon), deniz suyundaki tuz ve minerallerin ayrıştırılarak içme veya tarımda kullanılabilir hâle getirilmesi sürecine verilen ad. En yaygın yöntem, “ters ozmoz” (reverse osmosis) olarak biliniyor. Bu yöntemde su, yüksek basınçla yarı geçirgen bir zardan geçirilerek tuzdan arındırılıyor.

Dünya genelinde 20 binin üzerinde tuzdan arındırma tesisi faaliyet gösteriyor. En çok kapasiteye sahip ülkeler arasında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İspanya, İsrail ve ABD öne çıkıyor. İsrail Su Otoritesi’ne göre, ülke içme suyunun yaklaşık % 70’ini desalinasyon yoluyla sağlıyor.

Desalinasyonun en büyük avantajı, deniz suyunun tükenmeyen bir kaynak olması. Yağışa bağlı olmayan bu sistem, kuraklık dönemlerinde istikrarlı bir su arzı sağlıyor.

Ayrıca, son yıllarda geliştirilen enerji verimli ters ozmoz sistemleri sayesinde bir metreküp deniz suyundan içme suyu üretmek için gereken enerji miktarı, 1990’lara göre yarı yarıya azaldı.

Ancak deniz suyunu arıtmak çevre açısından tartışmalı bir konu. Desalinasyon tesisleri halen yoğun enerji kullanıyor; bu enerji fosil yakıtlardan sağlandığında, sera gazı emisyonları artıyor. 2019 Dünya Bankası verilerine göre bir metreküp içme suyu üretimi, ortalama 3 ila 10 kWh enerji gerektiriyor. Bu, arıtılmış suyun maliyetini de yükseltiyor.

Bunun yanı sıra, işlem sonrası ortaya çıkan “brine” adı verilen tuzlu atık su, çevre için ciddi bir risk oluşturu.yor Brine, deniz ekosistemlerine geri döküldüğünde çözünmüş oksijen seviyesini düşürüyor ve deniz canlılarının yaşam alanlarını olumsuz etkiliyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2021 raporuna göre, dünyadaki tuzdan arındırma tesisleri her yıl 95 milyon metreküp tatlı su üretirken, bunun iki katı kadar tuzlu atık ortaya çıkıyor.

Ayrıca, denizden su çekme işlemi planktonlar, larvalar ve küçük balıklar üzerinde doğrudan fiziksel etkilere neden olabiliyor.

Bir diğer sorun ise maliyet. Gelişmiş ülkelerde desalinasyon projeleri devlet sübvansiyonlarıyla yürütülüyor, ancak düşük gelirli ülkelerde bu yöntemin geniş çapta uygulanması ekonomik olarak sürdürülebilir değil. Dünya Bankası’nın verilerine göre, desalinasyon yoluyla üretilen içme suyu, doğal kaynaklardan sağlanan suya kıyasla 3 ila 5 kat daha pahalı. (Euronews)

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
İstanbul barajlarındaki doluluk oranı % 21,87 olarak açıklandı
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.
Bizi Takip Edin