Geçen hafta, Türkiye-Çin Dostluk Vakfı tarafından organize edilen Çin gezisine katıldım. Heyette toplam 15 kişi vardı ve ağırlıklı olarak farklı üniversitelerden, farklı disiplinlerden gelen akademisyenlerden oluşuyordu. Akademisyenler dışında, askeri kökenli iki kişi, bir hekim, bir hukukçu ve bir klinik psikolog da heyette bulunuyordu. Askeri kökenli kişilerden biri Haldun Solmaztürk, diğeri ise bendim. Shanghai Pudong Uluslararası Havalimanı’na inişle başlayan gezimizde; Hangzhou ve Pekin’de bulunan teknoloji, robot, akıllı internet üreticileri, geleneksel Çin tıbbı merkezleri, kültür ve turizm merkezleri, düşünce kuruluşları, araştırma enstitüleri, Pekin Dil ve Kültür Üniversitesi, dünyanın en büyük e-ticaret platformu olan Alibaba Genel Merkezi ve Çin Komünist Partisi Tarihi Müzesi ziyaret edilmiş, gözlemler yapılmış, bilgilendirme toplantılarına katılım sağlanmış ve merak edilen konularda sorulan sorulara samimi yanıtlar alınmıştır. Gezimizin son gününde ise Türkiye’nin Pekin Büyükelçiliği de tam kadro olarak ziyaret edilmiştir.
Yaklaşık olarak bir hafta süren bu geziyi genel olarak değerlendirmemiz gerekirse; Çin’in teknolojik gelişimine, ekonomik büyümesine, modernleşmesine ve kalkınmasına hayran olmamak elde değil. Görebildiğimiz tüm yerleşim alanları tertemiz, trafik düzenli, insanlar kurallara uyuyor ve yeşil bir çevreye sahip. Hangzhou-Pekin arasındaki yolu sürati saatte 370 km. olan hızlı trenle kat ettik. Her yer yemyeşildi.
Çin ve ABD
Çin; bugün dünyanın ikinci büyük ekonomisi. Satın alma gücü paritesine göre ise 40.7 trilyon dolar ile ABD’yi (30.5 trilyon dolar) geçmiş durumda. Çin’in kişi başına geliri 13 bin dolar ile ABD’nin 85 bin dolar olan kişi başına gelirinin çok gerisinde ama büyüme hızı neredeyse ABD’nin iki katı. Çin; büyümenin ötesinde, kalkınmış ve kalkınmasını hızla sürdüren bir ülke. Bilindiği üzere; büyüme ve kalkınma farklı anlamlara sahiptir. Ekonomik büyüme; bir ülkenin toplam üretimindeki (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) artış olarak tanımlanır. Kalkınma ise daha kapsamlıdır ve ekonomik büyümeden çok daha fazlasını ifade eder. Sosyal, kültürel, ekonomik ve çevresel boyutları vardır. Kalkınma; insanların yaşam kalitesi, eğitim düzeyi, sağlık hizmetlerine erişimi, eşitliği, kişisel özgürlükleri ve gelecek nesillerin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak kaynakların akıllıca kullanılmasını da içerir.
Çin ve ABD ekonomisini kıyaslarsak Çin; yatırım, üretim ve imalat ağırlıklı, hızla yüksek teknolojiye ulaşmaya çalışan ve bazı alanlarda rakiplerini yakalayıp geçen, gelişmekte olan bir ekonomi. ABD ise tüketim, hizmet, yenilik ve teknoloji ağırlıklı gelişmiş bir ekonomi. Kısa vadede nominal büyüklükte ABD, uzun vadeli satın alma gücünde ise Çin öndedir. İki ekonomi birbirine derinden bağımlıdır ve aralarındaki rekabet 21.yüzyılın küresel ekonomik düzenini şekillendirecektir. Ayrıca; US News & World Report‘un 2025-2026 “Best Global Universities” sıralamasına göre, dünyanın ilk 100 üniversitesi arasında 15 Çin üniversitesi de bulunmaktadır.
Ulusal Kapitalizm
Çin, bu noktaya kolay gelmedi. Her türden sömürgecinin cirit attığı bir coğrafyadaydı. Ama engin bir tarihi derinliği vardı. Joseph Needham’ın “Science and Civilisation in China” eserinde vurgulandığı üzere; Çin’in M.Ö. 1.yüzyıldan M.S. 15.yüzyıla kadarki tarihsel teknolojik üstünlüğü, günümüzdeki başarılarının temelini oluşturmaktadır. Ama bugünkü gelişmiş ve modern Çin’in mimarı; 1978-1989 yılları arasında Çin’i yönetmiş olan reformist devlet adamı Deng Şiaoping varsayılır. Deng’in ekonomik felsefesi; “Bir kedinin siyah veya beyaz olması önemli değildir. Eğer fare yakalıyorsa iyi bir kedidir.” şeklinde özetlenen pragmatik bir felsefeydi.
Deng; planlı ekonominin veya piyasa ekonomisinin yalnızca kaynakları dağıtmak için bir araç olduğunu ve siyasi kurumlarla hiçbir ilgisinin olmadığını savundu. Bir başka deyişle sosyalizm bir piyasa ekonomisine, kapitalizm ise planlı bir ekonomiye sahip olabilirdi. Çin Komünist Partisi Tarihi Müzesi’ni gezerken “Ulusal Kapitalizm” yazısı dikkatimi çekmişti. Evet, bugün Çin’de, Komünist Partisi kontrolünde, planlı, ulusal bir kapitalizm uygulanıyor ve Çin’in başarı öyküsünün altında bu var. Ne yazık ki ülkemizde ise plansız, gayri milli, kaynaklarımızın talan edilmesine neden olan bir ahbap çavuş kapitalizmi var.
Meritokrasi
Çin’in başarılı olmasının en önemli özelliklerinden biri de devlet yapısının meritokratik niteliği idi. Meritokrasi; yönetim gücünün liyakate dayandığı bir yönetim biçimidir. Bu yönetim şeklinde idare gücü, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler arasında paylaştırılır, kayırma yoktur. Konfüçyüs felsefesiyle uyumlu olan bu sistem, etkin yönetimin temelini oluşturur.
Bu konuda Çin’den öğrenmemiz gerekenler var. Çin bize bir yılda doğrudan 42 milyar dolarlık ihracat yapıyor. Biz ise karşılığında Çin’e sadece 3.5 milyar dolarlık mal satıyoruz. Ayrıca üçüncü ülkeler aracılığı ile de yaptığı ihracatı da göz önüne alırsak; Çin’in Türkiye’ye toplam ihracatı 50 milyar doları buluyor. Fark korkunç ama sorun bizde! Rekabet ederek Çin’e satabileceğimiz malımız yok. Bunun için yapısal reformlara ve Çin ile stratejik işbirliğine ihtiyacımız var.
Çin’de Din
Çin’de gözlemlediğim diğer önemli bir konu da çalışkan, kurallara uyan ve ahlaklı bir toplum olmalarına rağmen, toplumsal ve kamusal yaşamın içinde görünür bir din yok. Çin; dünyanın en eski ve sürekli öğreti ve felsefi geleneklerinin beşiği olmuş bir ülke. Çin‘de batıdaki anlamıyla bire bir örtüşen bir din anlayışı hiç var olmamış. Milattan önce 6.yüzyıldan itibaren görülmeye başlanan düşünce okulları ise kendi içinde, özgün kalarak sürekli gelişmiş.
Bu yüzden; inanç sistemleri olarak Çin‘de, Çin kültürünü tarih boyunca şekillendiren Konfüçyüsçülük, Taoizm ve çok sonradan gelen Budizm düşünce okulları sıralanır. Bu iç içe geçmiş düşünce okulları, kendi aralarında kökten farklı bir evren anlayışı taşımasalar da klasik anlamıyla batıda ortaya çıkan Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık dinlerinden kökten ayrıdırlar. Farklı kaynaklarda farklı rakamlar olsa da genel olarak bugün için Çin nüfusunun yaklaşık olarak %52’si dinsiz, %22’si Geleneksel Çin Dini mensubu, %18’i Budist, %5’i Hristiyan, %2’si Müslüman, %1’i de diğer dinlerin mensubu olarak görülmektedir.
Çin’in Bagajı Boş, ABD’ninki Dolu!
Batı’da neredeyse gitmediğim ülke kalmamıştı ama geçen haftaya kadar Çin’e hiç gitmemiştim. Bu gezi sayesinde Çinlileri de yakından ilk defa tanıma imkanı buldum. İlk dikkatimi çeken husus; en alt seviyeden en üst seviyedeki görevliye kadar -buna Çin Komünist Partisi’nin yerel üst düzey yöneticileri de dahil- karşılaştığım herkesin üstenci olmayan, mütevazı, güler yüzlü ve kolay işbirliği yapılabilir yaklaşımlarıydı.
Çin’in diğer bir özelliği ise karşılıklı çıkara, güvene, saygıya dayanan ve içişlerine karışmayan bir işbirliğinden yana olan tavrı ve yaklaşımı. Ama maalesef aynı şeyi müttefikimiz ABD ve AB için söyleyemiyoruz. Çin’in bagajı da boş! Yani; geçmişte sömürgeleştirdiği, kaynaklarını sömürdüğü, darbe yaparak iktidar değiştirdiği ve bombaladığı bir ülke de yok. Ama ABD; Türkiye de dahil, bölgemizi dizayn etmeye çalışıyor, yeni siyasi haritalar peşinde koşuyor, vekil güçleriyle rejim değişiklikleri vizyona koyuyor.
Yeni Dünya Düzeni
Soğuk Savaş (1949-1990) sonrası ABD liderliğinde tek kutuplu bir dünya düzeni kurulmuştu. Bu düzen; uluslararası ilişkilerde karşılıklı saygıya, güvene ve çıkara değil, hegemonyaya dayanan, direnenleri ezmeye çalışan, kural ve hukuk tanımayan, rejim değişiklikleri peşinde koşan, tüm dünyayı yeniden şekillendirmeye ve siyasi haritalar çizmeye çalışan, kanlı ve acımasız bir düzen. “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bu düzen; esasında adil, eşitler arasında olan ve sürdürülebilir bir düzen değil.
Birinci Körfez Savaşı (2 Ağustos 1990 – 17 Ocak 1991); başka bir gücün rekabeti ve muhalefeti olmadan, ABD liderliğindeki Batı için doğrudan pervasızca askeri güç kullanma kapısını açtı ve arkası da geldi. Sovyetler Birliği çökmüş ve esas kuruluş amacı ortadan kalkmış olmasına rağmen, NATO için yeni düşman tanımları geliştirilerek adeta savunma paktından saldırı paktına dönüştürüldü. NATO; Sovyetler Birliği dönemi sonrası, Rusya’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntı ve istikrarsız ortamından istifade ile eski Varşova Paktı devletlerini üye kabul ederek Moskova’ya doğru genişledi.
Büyük Satranç Tahtası
Dünyanın en önemli stratejistleri arasında sayılan, 1977-1981 yılları arasında Başkan Jimmy Carter’a Ulusal Güvenlik Danışmanlığı da yapan Zbigniew Brzezinski, ABD’nin küresel üstünlüğünü ve dünyanın tek süper gücü olarak devamının jeostratejik gerekliliklerini anlattığı “Büyük Satranç Tahtası” kitabında; “Rusya bölünmeli ve parçalanmalı” diyor ve bunun için Ukrayna hamlesine olan ihtiyacı işaret ediyordu. Yoksa Ukrayna’nın ve Ukraynalıların güvenliği ABD’nin umurunda bile değildi.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, Arap Baharı ve bu kapsamdaki vekalet savaşları ve müdahaleleriyle bölgeyi karıştıran Çin ve Rusya değildi. Hatta; ABD’nin bu bölgeleri karıştırmasıyla oluşan savaşlardan, istikrarsızlıklardan ve kitlesel göçlerden etkilenen ülkelerin başında da 32 NATO ülkesi içinde yer alan Türkiye geliyordu.
İstediler Diye Niçin Düşman Olalım?
NATO; bir “savunma ittifakı” olmaktan çok, ABD’nin stratejik çıkarlarının ve hedeflerinin peşinde koşan bir “saldırı ittifakı” haline gelmiş durumda. Aynı zamanda NATO, ittifakta bulunan ülkelerin de kontrolünü sağlıyor. Bu tespit; Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle‘e ait. NATO’nun ilk Genel Sekreteri Lord Ismay de “NATO; Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride, Almanları aşağıda tutmak için kurulmuştur” demişti. Dün Almanya için geçerli olan, bugün tüm Avrupa ve tüm üyeler için -kontrol altında tutmak anlamında- yine geçerli.
Çin, Rusya ve İran, Türkiye’nin iyi ilişkiler içinde bulunmak zorunda olduğu ülkeler. ABD istedi diye veya artık ABD’nin stratejik hedeflerine ulaşmak için enstrümanı haline getirdiği NATO istedi diye bu ülkelerle niçin düşman olalım veya işbirliğinden geri duralım?
Ağırlık Merkezi Doğuya Kayıyor
Brzezinski, yine Büyük Satranç Tahtası kitabında; “ABD için potansiyel olarak en tehlikeli senaryo, ideolojiyle değil, anti hegemonik refleksle bir araya gelecek Çin, Rusya ve belki de İran’dan oluşan büyük bir koalisyon olacaktır” demişti. Bugün, Brzezinski’nin korktuğu şey meydana geldi. Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS ve hatta Küresel Güney’in oluşması, ABD’nin sürdürdüğü küresel hegemonik, buyurgan, hukuk, kural ve düzen tanımaz politikaların sonucudur ve Brzezinski’nin öngörüsünden de daha tehlikeli bir senaryo ve kutuplaşma oluşmaktadır.
ABD; dünyanın ekonomik ve siyasi ağırlık merkezinin Atlantik üzerinden Asya-Pasifik Bölgesi’ne doğru kaydığını görüyor ve aynı zamanda küresel düzenin tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru evirildiğini de anlıyor. Bu gelişmeleri durdurabilmek için de hala üstün olduğu askeri gücünü kullanarak ve NATO’yu bu işe alet ediyor.
Çok Kutupluluk Denge Demektir
ABD istemese de gelişmeler dünyayı çok kutuplu bir düzene yani dengeye doğru götürüyor. Bunun için biraz daha acı çekmeye ve zamana ihtiyaç var. Bugün bir denge durumu henüz söz konusu değil. Bu dengesizlik ve belirsizlik ortamında Türkiye’nin korunması, kendini kullandırmaması Türkiye’yi yöneten iktidarların birincil görevi olmalıdır. Bilmeliyiz ki; çok kutuplu dünya düzeni hem Türkiye’nin hem de yer küremizin çıkarınadır.
Sonuç olarak; Çin’in yükselişi, Türkiye için ekonomik çeşitlilik, teknoloji transferi ve jeopolitik denge gibi alanlar başta olmaz üzere stratejik fırsatlar sunar. ABD-Çin yapay zeka rekabeti, Çin’in hipersonik ve robotik sistemlerdeki üstünlüğü, yüksek hızlı tren ağları, kentsel dönüşüm ve akıllı şehir projeleri, elektrikli araçları ve alt yapısı, dijital ekonomi ve 5G teknolojisi göz önüne alındığında; Türkiye’nin bu tür modern gelişmeleri kaçırmaması için işbirliği yapması zorunlu hale gelmektedir. Çin ile yapılacak bir işbirliği; Türkiye ile Çin arasındaki dengesiz ticari ilişkileri de dengeli hale getirebilecektir.
Teşekkürler
Çin’e yaptığımız bu gezinin mimarı olan Türkiye-Çin Dostluk Vakfı Başkanı Hasan Çapan’a, gezinin başarılı olarak geçmesi için tüm idari faaliyetleri başarıyla yerine getiren Yeni Dünya Araştırmalar Merkezi Hukuk Danışmanı Av.Eda Lermi’ye, Psikolog Görkem Güller’e, Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı Mehmet Ali Güller’e çok teşekkür ederim.
Ayrıca geziye katılan ve uyum içinde birlikte bir takım gibi hareket ederek ülkemizi en şekilde temsil eden; Başkent Üniversitesi’nden Yeni Dünya Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof.Dr. Hasan Ünal, Ankara Üniversitesi’nden Prof.Dr. Seriye Sezen, Sabancı Üniversitesi’nden Prof.Dr. Ersin Kalaycıoğlu, Işık Üniversitesi’nden Sema Kalaycıoğlu, E. General Dr. Haldun Solmaztürk, Koç Üniversitesi’nden Dr. Altay Atlı, Türkolog ve E. Milletvekili Hüseyin Kocabıyık, Dr. Ayşe Göbel Çakmakçı, Altınbaş Üniversitesi’nden Prof.Dr. Hayri Kozanoğlu, Ankara Üniversitesi’nden Prof.Dr. Taşansu Türker ve Okan Üniversitesi’nden Prof.Dr. Pervin Somer ile beraber olmaktan dolayı da onur duyduğumu ifade etmek isterim.
Türker Ertürk