Yazımızın başlığı Prof. Dr. Bingür Sönmez ve Reyhan Yıldız tarafından kaleme alınmış olan bir kitabın adı. Kitabın Önsöz’ü, aynı zamanda Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı olan Sönmez’in şu cümleleriyle başlıyor: “93 Harbi mağduru, I. Dünya Savaşı’nı ve Sarıkamış Harekâtını görmüş Sarıkamışlı bir köylü, bu harekâtı anlatırken ‘Dünya ateşe döndü!’ diyordu. Yer gök karla kaplıyken dünyayı ‘ateşe döndü’ diye tarif etmek yaşananların ne kadar yakıcı olduğunu göstermiyor mu?”
Önsözde şu cümleler de yer alıyor: “… 22 Aralık 1914-5 Ocak 1915 tarihleri arasında on dört gün boyunca 150 km. uzunluğunda, 100 km. genişliğinde bir cephede kahramanca savaşan, Rusların elindeki Türk kasabalarını, köylerini, vadileri, tepeleri yeri geldiğinde süngü hücumu ile alan; sayıları değişik kaynaklarda 120 ila 180 bin arasında bildirilen bu kahraman çocuklar, bilmediğimiz bir nedenle, ‘Bir gecede tek kurşun atmadan yaşamını yitiren zavallılar’ gibi gösterilmek istenmiştir. Oysa harekât sırasında kurşun atılmayan tek bölge 3.150 metre yüksekliğindeki Allahuekber Dağları’dır. Zira o mevsimde düşmanın barınmasına imkân olmayan o dağlarda düşmandan da düşman olan soğuk ve kardır… Dram, bu engin dağın eteğinde başlamış ve devam etmiş, dağlar aşılıp Sarıkamış’a iki kez girilmiş fakat kesin zafer elde edilememiştir. Zaten Alman Genelkurmayı’nın da istediği zafer değil Rus kuvvetlerinin oyalanması olduğu için, savaş ittifakı kurmanın karşılığı olan beş milyon altınlık kredinin diyeti fazlasıyla ödenmiştir. Kırım Savaşı’nda Ruslara karşı savaşırken efendimiz 3 milyon borç veren İngilizler, I. Dünya Savaşı’nda Rus, İngiliz ve Fransızlara karşı savaşırken efendimiz beş milyon altın borç veren Almanlar, Kore Savaşı’nda savaşırken efendimiz Nato’ya üye olmamıza izin veren ve Marshall yardımını devam ettiren Amerika olmuştur.”
Kitaptaki tespitleri ve anılardan aktarılanları okurken gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz ve de binlerce insanın çaresizce ölüme sürüklenişini hiçe sayan, hırsları memleket meselelerinin önüne geçen yöneticilere beddua ediyorsunuz. Çünkü satırlar; acı, acıklı, kahredici ve kan donduran ifadelerle dolu. Genç kuşakların mutlaka okuması gerektiğine inandığımız bu çalışmanın bazı bilgilerinden de yararlanarak o günlerde yaşananları özetle vermeye çalışalım.
- Dünya Savaşı’na Almanya’nın komutasında girilmesi orduda rahatsızlık yaratır. Sofya Ataşemiliterliğine ilave olarak Bükreş, Belgrad ve Çetine Ataşemiliterliklerini de yürütmekte olan Mustafa Kemal, bu konudaki fikrini, Kasım 1914’te Salih Bey’e yazdığı mektupta açıklar: “… Ben Almanların bu harpte muzaffer olacaklarına kesinlikle emin değilim…”* Kafkas Cephesi’ndeki Üçüncü Ordu Komutanı ve aynı zamanda Enver Paşa’nın strateji ve taktik dersleri hocası olan Hasan İzzet Paşada rahatsızlık duyanlar arasındadır. Ordu içinde; gerek Alman gerekse Türk paşa ve subaylar arasında sürtüşmelerin başladığı günlerde Kafkasya Cephesi açılır. Cephe’ye gitmek için varılması gereken ilk durak güneydeki Ulukışla’dır. “Enverland’a gider” yazılarıyla donatılan kara trenlerle Ulukışla’ya varan askerlerin Üçüncü Ordu’nun merkezi olan Erzurum’a ulaşmaları ise at sırtında, kağnılarla ya da yürüyerek olacaktır. Enverland, İttifak’tan sonra Almanların, Anadolu’ya giden trenleri donattığı bir isimdir. Belli ki her şey Enver Paşa üzerinden yürümektedir. O kadar ki, Türk-Alman ittifakından Padişah’ın, yani Sultan Reşat’ın ancak Kayzer Wilhem’e gönderilecek nüshası kendisine imzalatılırken haberi olmuştur. Bu Sultan Reşat, kendisiyle görüşen Manisa mebusuna, “Bu Manisa Arnavutluk’ta mı?” diye soran zavallı bir “padişahımız, efendimiz” dir aynı zamanda!!!
O günlerin Anadolu’sunu; Kafkasya, Irak, Filistin ve Hicaz cephelerinde vazife almış subay adaylarından biri olan Şevket Süreyya Aydemir şöyle anlatır: “Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu… Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu. Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeğinin artık karşısında ve içinde bulunuyorduk… Burası dünya kabuğunun çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu… Köy denilen şey, bozkırın boşluklarında kaybolmuş birtakım kovuklardı…”**
Ordu için halktan da destek istenmiş, ihtiyaç duyulacak ne varsa toplanmıştır ancak askerin yeterli donanıma sahip olmadığı ortadadır. Enver Paşa ise daha önce uyguladığı yöntemi tekrarlar. Moralleri düzeltmek için askere, “matbu kurşun geçmez muska” dağıttırır. Bu topraklarda; o gün tepe zihniyete hâkim olan bu dincilik ve aldatma yolu, günümüz ülke yönetiminde de aynen izlenmektedir.
1 Kasım 1914’te Ruslar Kafkas Cephesi’ne taarruza geçer. Üçüncü Ordu’ya bağlı ancak dağınık halde olan kolordular cepheye ulaşma gayretindedir. 7 Kasım’da İstanbul’dan kalkan ve Kafkas Cephesi için erzak taşıyan iki gemi ise Karadeniz’de Rus savaş gemileri tarafından batırılır. Sağlık hizmetleri de Üçüncü Ordu’nun ancak %10 ihtiyacını karşılayabilmektedir. Aralık sonu geldiğinde “ısı -36 dereceye kadar” düşmüş olacaktır. Bir anı defterinde şu yazar: “Cinis’te ise bütün köy halkını ayakta ve köyün ağzında ayakta bekliyor gördük. Fakat bunlar bir ölü kafilesi idi; köyden çıkarılan ve süngülenirken birbirine sokulan ve yapışan kadın, erkek ve çocuklar… donmuş ve öylece kalmışlardı.”
Üçüncü Ordu’nun elinde sadece 20 km. uzunluğunda telefon teli bulunurken, telefon makinelerinin çoğu kullanılmaz vaziyetteyken Ruslar, Sarıkamış’taki telsiz istasyonları sayesinde Tiflis’le bile görüşebilmektedir. 3 Kasım’da, Enver Paşa’nın ısrarıyla Köprüköy yönünde taarruza geçilir ancak zayiat büyük olur ve ordunun eksikleri daha da çok ortaya çıkar. Kıtalara yürüyüş planı verilmemiştir. Bu nedenle birlikler çok defa birbirlerine karışır.
Aziz Samih şöyle yazar hatıralarında: “…Hasankale’den Erzurum’a giderken Korucak’ta Hilmi Bey isminde bir zat gördüm. Kaza kaymakamı iken, kazası Rus istilasına uğradığından buradan gelip geçecek hasta, yaralı, zayıf askerleri barındırmak ve onlara bir sıcak çorba vermeye memur edilmiş. Kapısının önünde on ceset yatıyor. Köy evlerinden birisinin kapısını açtırdı. Odun tomrukları gibi üst üste yığılmış, istif edilmiş cesetleri gösterdi. Soğuktan taş heykeller gibi duran bu vücutlar bozulmuyor ve kokmuyor. Bunları niçin gömdürmediğini sordum. ‘Soğuktan’ dedi, ‘kazma işlemez. Evvela odun bulup bir gün mütemadiyen yakıp toprağı yumuşatmak, sonra kazdırmak icap eder. Halbuki benim yanımda ne yakacak odun ve ne de kazdıracak adam var. Bunları gönderiniz de defnettireyim.”
16 Kasım geldiğinde Enver Paşa, bütün olumsuz koşullara rağmen bir kez daha taarruz emri verir. 18 Kasım’da, kanlı savaşlar sonucunda Ruslar Azap Köyü yakınlarına kadar sürülür ancak On Birinci Kolordu’da bit ve pire gibi haşerelerin sebep olduğu tifüs vakaları başlamıştır. Üçüncü Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa tedirgindir; ordu iki kanadından kuşatılma durumundadır. Bu nedenle “müdafaaya geçme” kararı alır ve ani bir yürüyüşle fırtınalı bir gecede cepheyi on-on beş kilometre geriye aldırır. Bu bir felaket olmuştur; asker ve zabitler yollarda donarak şehit düşer. Ardından birçok istifa gelecek, kaçan askerler yakalanacak ve firari sayılarak kurşuna dizileceklerdir.
Geri çekilen düşmanı takip edemeyen Türk ordusu, takviye kuvvetlerin gelmesi için elverişli bir arazide toplanarak yeni bir Rus taarruzunu karşılamak için hazırlanmak zorundadır. Erzurum bölgesini çok iyi bilen 9. Kolordu Kumandanı Ahmet Fevzi Paşa’ya göre de kışın; “özel eğitime ve teçhizata sahip olmayan” hiçbir birliğin yürüyüşe dayanması mümkün değildir. Ancak Enver Paşa bir sonraki hedefi belirtir: Geri çekilen Rusları, çekilme yollarını keserek yok etmek ve Kars yönünde düşman toprağına girmek. Hasan İzzet Paşa ordunun eksiklerini bildiren raporları göndermeye devam etse de Enver’in emri kesindir: “Ne pahasına olursa olsun, taarruz edin!” Köprüköy savaşlarını takip eden günler için Kaymakam Şerif Bey ise anılarında, “16 gün boyunca bir yerden yiyecek namıyla bir şey alamadıklarını” yazacaktır.
Büyük felaket yaklaşmaktadır.
Devam edecek… Canan Murtezaoğlu
Yararlanılan Kaynaklar:
Prof. Dr. Bingür Sönmez-Reyhan Yıldız; Ateşe Dönen Dünya: Sarıkamış, İkarus, s. 97-116
*Prof. Dr. Utkan Kocatürk; Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi
** Şevket Süreyya Aydemir; Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, s.62